6 Ocak 2011 Perşembe

vize

“Yol hiçbir yere gitmez” dedi ben kapıyı çarpmaya hazırlanırken. Duraklamadım, gözlerim de duraklamadı, çarptım. Yolda koltuklar vardı, hiç birine oturmadı, ben gördüm,  Onun artık gözleri yoktu. Gerçekliğe dön dedim bazen ben de coşup boş konuşurum. Sigara gerçekse et de gerçektir dedi yumurtaları kırarken.
-Uçmak isteyen köpekleri görmedin mi?
-Hayır, ama bulutlarda hala dünya var.
Botlarımızın bağacıklarını bağladık çamura batıp ayaklarımızdan çıkmasınlar diye. Her yere saçılmış mavi plastik terlikler vardı. Dimitri seslendi uçaktan , elinde yine kırmızı kürekleri
-Kızlar nereye?
Ezan başladı, ben sustum. Kaç kişi olduğumun ayırdında değildi yol, yol değilse ben de zorunda değildim, yürüdüm. Köşede babam vardı, hemen dönünce, sağ köşede, babam hep orada olurdu. Annemle sevişiyordu. Annem hiç orada olmazdı ama oradaydı. Bir dakika dedim, durdular. Babamın yeşil kalın kabanını giymiştim, iç cebinden prezervatif çıkarıp şişirdim. Büyük bir balondu, buna ihtiyacınız var deyip annemin bileğine bağladım, yürüdük. Onlar sokak başında sevişmeye devam etti ben yürüdüm. On yedi taksim beş sokaktan istiklale çıktım, deniz soğuktu ve deniz kabuksuz. Sanırım deri atma mevsimini yeni bitirmişti. Şimdi ayakkabılarım beyaz elimdeki kırmızı minderi nereye koyacağımı bulamıyorum hala. Daha önce hiç bisikletli cenaze alayı görmemiştim ben. Dere kırmızı akmaya başlamıştı tam da bu sıralarda. Sadece cennette su şarap akardı, öldüm sandım, kanmış.  Ben yine geç kalmıştım ve geç kaldığın sınavı vermek karşındakinin inisiyatifidir, isterse seni almaz. İşte biz de zarları bulmak için geç kalmıştık, ama buldum.
-Artık zarlarımı kendim atabilirim!
Ben koşmaya başladım. Ben koşuyordum ve ağaçlar vardı. Mor zeytinlere vuruyordu birileri ağacın boyu kadar, yine ağaçtan yapılmış sopalarla. Hayır, onlar vurduğu için morarmamıştı zeytinler, zaten mordular.
Dünyaya açılan pencereler gördüm ardında beyaz florasan lambalar. turnikenin üstünden zıplamayı denedim ben güvenlik görevlileri.

                                                                                                                                      Şilan Akın
                                                                                                                                    Kasım-Aralık
                                                                                                                                         2010                    

fil

-hayır mor olmamalıydı.
-...
-sadece mor olmaz demiştim, sadece. ve mor. bu olmamalıydı, böyle konuşmamıştık..
-ben..
-lütfen.. lütfen açıklama yapmaya çalışma.
-..
(bakışmak)

mutsuz son

halbuki söylemiştim. salmak sadece yelkenliler için kullanılmaz demiştim ve sen yine de mavinin içinde eridin ve bittin. bittin. ve bit..

ben memnundum. bazen sorumluluk alırım ve bu beni mutlu eder. bazen diyorum, duymuyor musun? işte o zaman dilimlerinden biriydi, tamam demiştim, sormalıydın. yapabilirim dediğim işi elimden almadan sormalıydın. artık keşke deme, sıkıldım. seninkiler belki yeni ama benimkiler hep varlardı.
(perde değişir ve açılmaz)

yapmayacağın şeyleri söylememelisin tıpkı aldığın şeyi aldığın yere koyman gerektiği gibi. o zaman sus dedim dudakların irinli. her balon uçmaz üstelik ve bazıları iplerle bağlanır. ben bilmem kaç gündür gemilerimi de sayamıyorum hayır seni de saymadım. belki..
-söylememeliydin..
(terlikler. tahta sahnenin koyu bordo perde aralarından sızan gün  ışığı değildi işte, terlikler!)

ulaşım bir erkek isminin sonuna getirilmiş bir iyelik ekinden farklıdır benim hayatımda. ahh tatlım, tabi ki aynı hayatı yaşamıyoruz-küçümseyerek bakar-bak ben kitap,lar okuyorum. sense.. sahi senin adın ne? 
(müzik artık paslanmıştır, reji yağ bulamaz, sahne ölür)

bak! baksana insanlar ciddi ciddi şeylerden konuşuyorlar, sen ne yapıyorsun?
-dans ediyorum
-duraklar- aferin o zaman sana. -yüzünde kuyruğunu havaya kaldırmış iguana ifadesiyle gider, beklenmezlik doğurgandır.-
(kaykaycının ayağı takılır, düşer, insanlar güler)

ve biz, tabiki hepsinin en başında konuşmalıydık, o zaman zihnimde oynamazdım ve sis makinaları da bozulmamış olurdu. sis makinaları diye küçümsememelisin küçüğüm onlar bir ülkeyi kalkındırdıkları gibi batıradabilirler tıpkı hitlerin var olduğunu inkar edemeyeceğimiz bıyığı gibi.
(koltuk titrer, sahne beş boyutludur, elektirik akar)
















8 Aralık 2010 Çarşamba

elma kurtları

bazen dünya güzeldir bazense değil. ama hep vardır tıpkı denizler gibi. zaten deniz de dünyanın varoluşunun içindedir mesela kurtlar da bazen elmaların içinde gezebilir. gezebilir ve bi elmanın içinde yarım bir kurt bulmak sanılanın aksine hiç de çok komik bi espri değildir. çünkü hem kurt yemiş hem bi canlıyı ortadan ikiye koparmak suretiyle öldürmüş olursunuz ve bu bence çok kötü bir şeydir. bazen tanrılar olur. tanrılar olur ve onlara dualar edersiniz. dua istenilen bişeyin başkası vasıtası -ki çok kocaman bi güç- ile yapılabileceğine inanmaktır. ama tanrı dünya kadar yoktur. dünya tanrılar doğurur ve sonra kendi doğumunu tanrılara yükler. böyledir dünyalar ama güzeldir. bazen insanlar her insanın kendi dünyası olduğunu söyler o zaman bir sürü farklı dünya olur ama bi tane kırmızı vardır ve tüm insanların farklı kırmızısı. bir yerimiz kesilince ya da düştüğümzde kırmızı akar. ona kan denir. kan farklı farklı dillerde de vardır ve adı başkadır. ama gırtlaktan çıkan ses aynıdır. ama değişik ses dizilimlerinin imgesi ortaktır. yani ortada bir tane kan vardır ve ona farklı farklı sesleniriz. tabiki bir sürü damarımız da vardır. damar beynimizde de vardır ve düşünmemizi sağlar. düşünmek güzeldir ama çok kötü de olabilir. o yüzden bazen babalar ya da büyükanneler cahillik mutluluktur derler. dünyamızda elma kurdundan başka hayvanlar da vardır ve biz onları kesip yeriz. bazılarını yemeyiz. etleri yenilemeyen hayvanlar bence mutludurlar. ama onlar mutluyken bazı amcalar onların derilerini yüzer ve bazen de küçük çocuklara da
 -senin derini yüzerim diyerek iğneci alternatifi üretirler.
hayvanlar içlerinden geldiği gibi davranırlar ve kimse onları ayıplamaz çünkü düşünemezler. küçük çocukları da ayıplamazlar çünkü onlar daha kuralları bilmeyen fındık fıstıklardır. ama bazı büyük insanlar başka büyük insanların yaptığı şeyleri kendileri yapmak isteseler de bu da yapılacak iş mi diye ayıplayabilir çünkü onlar kuralları öğrenmiştir ve düşünebiliirler. insanlar her zaman içlerinden geldiği gibi davranmazlar. kurallar vardır ve insanların akıllarında oyunlar döner. her oyun çok güzel değildir ve oyun olunca içinden gelen gibi davranmaz çünkü diğer kişileri oyununa sokmaya çalışır.

ben'in etrafında döndüler ve durdular.

22 Ekim 2010 Cuma

tren

-dudaklarımda bir taciz öpücüğü..

Hayır canki bu sefer gerçekten kaşındım hayatta belki de ilk kez korkuyorum ve korku hiç de edebi olmak zorunda değil. Çarşambanın gecesi bomboş terminalde ayağına battaniye örtmüş kadın dedi ki çarşambanın rastlantısıdır uzaktan çalan şarkı. Fırında çalışanlar ilk çaylarını içmek için semaveri yakmışlardı  tam da bu sıralarda.

-ve benim
-dudaklarımda bir taciz öpücüğü..
 

Kadın sürmeyi unuttuğu sinek kovucuları düşündü hiç ağzını bozmadan kanı emilen yerlerini kaşırken. Tırnakları etinde her hart sesini çıkardığında kaburgalarının ilikleri içeriye doğru akıp donuyordu. Artık içi, turuncu kahverengi akmış çöp suyu renginde ve kokusundaydı, nefesi dahil. İlmek ilmek söküldü tüm güven; o, poşeti yetiştiremeyip yere kusarken. Halbuki motorları çok severdi bir adadaki bir otelin çift kişilik odasında yerde yatarken. Annesini düşündü; bilse, ben sana demiştim demekten takatsiz sadece üzülürdü. Kırlangıçlar geri gelmez anne ağlamamalısın dedi organlarının parçalarını ucuz bir Japon yapıştırıcısıyla eskisi gibi olur ki’li yapıştırırken. Tek dudakları. Tek onlar düzgün, en çok beğenilendi ya belki ondan dedi kadın neşterin erdeminde.
Kırmızı olması gereken her şey bir çöp kamyonuydu şimdi ve hiçbir kedi dolanmadı ayaklarıma bunları yazarken.

-dudaklarımda bi taciz öpücüğü..
 

Ben kendi serseriliğimin demirlerine vuruyorum ve artık bi ona sarılıyorum; ısınırsa genişler.
Güven sadece bir erk-ek adıydı düşük yaptığı bebeğinin karnındaki sancısını yaktığı avuç içleri de dindiremezken ve hepsi bir terminalde oldu üstelik boz köpeklerin hepsi uyumuştu. İki saat önce çantasında taşıdığı battaniyesini üzerine çekip bankta uyurdu ama yelkovanı geri getiremeyeceğini biliyordu. Cüzdanlara kuru kafalar basılırken üşümesi hiç adil değildi, kağıtları nemli, çiy.

Okuduğu kitaptaki gibi acı çektirmek istemişti kendisine ama dünya abartmış olmalı bence dedi son sigarasını yakmadan ve bulanık-boş gökyüzü belinin sağ yanına saplanırken olmayan ‘adam’lar görmeye başlamıştı olmadık yerlerden üzerine gelen. Ve öyle uykusu geldi ki her şeyin üzerinden, kırlangıçlar uçup gitti.  



                                                                                                                      22 temmuz 2010 - 04.30
                                                                                                                           Kuşadası / terminal